
Nikolai Rostov, öbür tarafa döndü, sanki bir şey arıyormuş gibi uzaklara, Tuna’nın sularına, göklere, güneşe bakmaya başladı. Gök ne kadar güzel, ne kadar derin, ne kadar mavi, ne kadar sakin görünüyordu! Ufka yaklaşan güneş ne kadar parlak, ne kadar göz kamaştırıcıydı! Ta uzaklara kadar giden Tuna’nın suları nasıl da insanı çağırırcasına, cam gibi pırıl pırıl parlıyordu! Tuna’nın arkasında, uzaklarda görünen mavi dağlar, manastır, esrarlı dar geçitler, tepelerine kadar sisle örtülü çam ormanları daha da güzeldi… Orada sessizlik, orada mutluluk vardı… Rostov, “Orada olsaydım hiçbir şey istemeyecektim, hiçbir şey!” diye düşünüyordu. “Yalnız bu güneşte bile o kadar çok mutluluk var ki! Burada ise… İniltiler, acılar, korku ve öylesine bir karışıklık, öylesine bir telaş… İşte gene bir şeyler bağırıyorlar, gene geriye doğru bir yerlere koşuyorlar. Ben de onlarla beraber koşuyorum. İşte! İşte ölüm tam üstümde, etrafımda… Bir an… Sonra bir daha bu güneşi, bu suyu, bu dar geçidi göremeyeceğim.”