Ilımlı İslam projesine benzer bir taktik, daha önce 12 Eylül darbesinden sonra askeri rejim tarafından Türkiye'de uygulanmıştı. Askerler, yurt dışından yapılan çevirilerle nispeten politikleşmiş İslami grupların ve ülkücülerin önünü almak için -illegal olmasına rağmen- eski ''miilitan''ları Adıyaman'da (Menzili) ilmi ehliyeti olmayan allahlık bir ''şeyh''e otobüslerle taşıyarak onları iradesiz ''mürit''lere dönüştürmüştü. 28 Şubat sürecinde de ''Siyasal İslam''a karşı Hacı Bektaş-ı Veli, Yunus Emre ve Mevlana üzerinden bir ''Türk Müslümanlığı'' inşa edilmeye çalışılmıştı. Şeriatı ve siyasal İslam'ı ''Arap işi'' gören bazı Türk allameleri; ''Arap'ın kelamı ve şeriatı varsa, Türk'ün de tasavvufu var'' türünden inciler saçma(lama)ya başladılar. Neredeyse her kasabası bir ''yatır''a, her köşesi bir ''baba''ya sahip olan Anadolu'nun adı geçen bu üç büyük ''veli''sine, olağanüstü büyük tazim göstermeye başlandı. Bu arada, bunların ''pir''i sayılan Maveraünnehirli Ahmet Yesevi'ye de Türki Cumhuriyetler için ''örnek'' ve ''model'' Türk peygamberi işlevi yüklendi. Kerbela'nın, İranlı Şiilerin ikinci Kabe'si haline dönüştürüldüğü gibi, Hacıbektaş ilçesi ve Konya vilayeti de Türklerin ikinci ''Medine''sine dönüştü. Tarihte bazılarınca ''Farsça Kur'an'' ünvanı verilen Mesnevi-i Şerif''in Kur'an-ı Kerim'e benzer lüks cilt baskıları ve yeni çevirileri yapılmaya başladı. Medya ve edebiyat dünyası, harbi Mevlanacı oldu. İlahiler, çok sesli müzik koroları tarafından seslendirilmeye, sufi ve mistik besteler ve klipler yapılmaya başlandı. Msitik ve platonik versiyonlarını birleştiren ''aşk'' romanları bestelenir oldu. Ünlü senaristlerimiz, mistik içerikli film çalışmaları denediler. Anadolu'nun Şaman-mistik genetiği tekrar yeşermeye başladı. Cumhuriyet döneminde teoloji (ilahiyat), saygınlığını kaybettiği için, antropolojik ve sosyolojik açılardan ''normal'' olarak görülebilecek bu dindarlık ve din yorumu, teolojik kritiğe tabi tutulamıyor. Mevlana hazretlerinin ünü, Hz.Muhammed'i solladı. Oysa, örneğin Kur'an, genel olarak peygamberlerin dışında yaratılan ve büyütülen dinsel kişilikleri ve imajları kutsama anlamında (din-adamı, din-ulusu) kategorik olarak reddeder:''Allah'tan size indirilene uyun; ondan başkasını evliya (dostlar) edinmeyin'' (7/3). Putlaştırılan bu tip kişilikler:''... insanların kendilerinin veya atalarının yarattığı ''isimler''den başka bir şey değildir;Allah, onların doğruluğu hakkında hiçbir delil indirmemiştir'' (7/71). İlim sahiplerine olan itibar ise, aslında onların ortaya koyduğu delil ve burhanadır; yoksa evliyada olduğu gibi, onların keramet ve sezgileri ile yaratıldıkları sırlı karizmaya değil,, Alim tipi, ayakları yerde ve şeffaftır; veli veya şeyh ise, etekleri havada ve esrarengizdir (kuddise sirruhu). Sanki, otoritelerini mantık ve Arap dilinin gramer kuralları içinde meşru olarak üreten onca fıkıh, kelam (teoloji) ve felsefe ekollerine sahip İslam'ın ana Sünni/Şer'i ekseni (ortodox), yüzyıllarca İslam dünyasıında hakim dini görüş değilmiş gibi, otoritesini her türlü akıl dışılığı, sırrı, gizi, rüyayı, vehmi, hayali ve ruhsal çöküntüyü gizleyen, onlara kılıf oolan yaldızlı ''gönül'' ve ''kalp''ten alan Türklerin tasavvufu,''hakiki-es-öz'' İslam oluyordu. Bu bağlamda ''milli'' özelliği ile Türk dinselliğinin, ahlaki ve politik bağlamda evrensel bir ''ümmet'' veya ''kardeşlik'' nosyonundan hayli noksan olduğu açıktır. Entelektüel çizgi olarak da İbn Haldun'un realite ve akla dayanan ''umran ilmi'' çizgisinden daha fazla, İbrahim Hakkı Hazretlerinin simya ile kimyayı, astronomi ile astrolojiyi, sihir-büyü ile keramet ve mucizeyi birbirine karşıtıran sentezine dayanır.
İlhami Güler, Direniş Teolojisi,'Hz.Muhammed (Adalet) Mi, Yoksa Hz.Mevlana (Aşk) Mı?', Ankara 2011, s.130-132.